KARADAĞ 2.GÜN

Bütün yol yorgunluğumuzu atarak, güneşli bir Ulcinj sabahına merhaba dedikten sonra, kahvaltı için otelimizin kahvaltı salonuna geldik. Kahvaltı, açık büfeydi ve tam da bizim damak zevkimize uydundu. Genelde Avrupa’da karşınıza çıkan kahvaltılar pek iç açıcı olmaz. Ama burada öyle değildi. Çeşit çeşit peynir, soğuk et çeşitleri, domates, salatalık ve çeşit çeşit zeytin vardı. Tabi bu durum bizi memnun etmedi değil. Güzel ve sıkı bir kahvaltıdan sonra Hotel Mediteran’dan ayrıldık. Olurda yolunuz Ulcinj’e düşerse; bu oteli tavsiye ederim. Hem merkezi hem temiz hem de fiyatı çok uygun. Biz 1 gece kaldık ve oda, kahvaltı ödediğimiz ücret, sadece 40 Euro.
Arabamıza atladığımız gibi yollar nereye, biz oraya eşliğinde yol almaya devam ettik. İstikametimizi Budva olarak ayarladık. Budvaya doğru yol alırken, etrafta bir sürü plaj dikkat çekiciydi. Zaman mefhumuz olmadığı için, kafamıza neresi eserse orada durup, denize gireriz diye kararlaştırdık. Zaten buradaki plajların hepsi halka açık olunca, insanlar şemsiyesini, şezlongunu kaptığı gibi, doğru denize. Bizde geze geze, nihayet gözümüze bir plaj kestirdik. Aracımızı uygun bir yere park ettikten sonra, upuzun bir kumsal bizi bekliyordu. Hava güneşli olsa da, rüzgar bayağı sert esiyordu. Saat 11 olmasına karşın plaj doluydu. Plaj dolu olmasına doluydu da, kimse denize girmiyordu. Bu durum bize ilginç gelmişti. Neyse biz bu durumu umursamadan denize doğru yol aldık. Denize ayağımı sokmamla, kendimi kuma atmam bir oldu. Ben böyle soğuk bir deniz hayatımda görmedim. Resmen ayağımın uyuştuğunu hissettim. Bu durum da insanların neden denize girmeyip, güneşlendiğini de anlamış olduk. Bari denizden faydalanamadık biraz güneşten faydalanalım diyerek, güneşlendik.
Bir saat kadar oyalandıktan sonra yolumuza devam ettik. Bir sonraki istikametimizi Budva olarak kararlaştırsakta yolumuzun üzerinde Stevi Stefan tabelasını görünce, direksiyonu oraya kırdık.


Tüm Adriyatik kıyılarındaki kural burada da bozulmamıştı. Evler dik yamaçlara kurulmuş olup, yollar bir patika edasıyla denize doğru yol alıyordu. Kısacası dik yamaçlardan inmek güzel fakat çıkmak zorluydu. Bizde ilk önce bu dik yamaçlardan aşağıya, kıyı şeridine indik. Dingin ve masmavi deniz bizi kucakladı. Şöyle bir etrafa göz atıktan sonra gece nerede kalabiliriz sorusu kafamızda belirdi. Geceyi Budvada geçirelim dediysek de. Hazır buraya gelmişiz bari bir fiyatlara ve evlere bakalım dedik. Stevi Stefan da kalacak yer hiç problem değil. Tabi sezonda problemdeJ Burada otelden ziyade villa ya da az katlı apartmanlar mevcut. İnsanlar evlerindeki odaları turistlere kiralıyorlar. Bazı evlerde, ev sahipleri de kalıyor. Bizde gözümüze kestirdiğimiz birkaç eve girip fiyat aldık. Fakat tam sezon olunca fiyatlar inanılmaz pahalıydı. Napalım, ne edelim bir de Budvaya göz atarız diye düşünürken, köşede bir villaya gözümüz takıldı. Nerede kalırız paniğine kapılmışken, ne olur şans bizden yana olsun dualarıyla eve girdik. Bizi güler yüzüyle sarmalayan ev sahibi karşıladı. Fakat ne yazık ki İngilizce bilmediği için anlaşmak biraz zordu. Oda istediğimizi anlayınca, anahtarları kaptığı gibi bizi odaya çıkardı. Evin ikinci katında, ayrı ayrı üç adet kapı vardı. Her bir kapı bir odaya açılsa da, bize gösterilen odanın içi iki odadan ibaretti. Bir salon, bir mutfak, iki oda ve iki banyo vardı. Odalar beklediğimizden güzel ve temizdi, Budva’da kalmak yerine burada kalmaya karar verdik.


Bir tek geriye anlaşmak kaldı. Maalesef birbirimizin dilinden anlamadığımız için ev sahibinin işaret diliyle 1 dakika beklememizi istediğini anladık. Bu beklemenin sonucunda karşımızda pijamaları üstünde, yataktan yeni kalktığı belli olan genç bir kız belirdi. Meğersem ev sahibinin kızıymış. İngilizce bildiği için anlaşmamız kolay oldu Allahtan. İsminin Maja olduğunu öğrendiğimiz genç tüm güler yüzlülüğü ve yardımseverliğiyle bize yardımcı oldu. Sonraki günlerimizde Maja sayesinde bayağı yerlere gittik. Kısacası keyfimiz yerine gelmişti neredeyse kendimize ait olan bir evi geceliği 100 Euro’dan kiralamıştık. Oda bulmanın rahatlığıyla, üzerimizi değiştirip, doğru sahile inmeye karar verdik.
Bu sıcakta aşağıya yürümeyelim diyerek arabamıza atladık. Ver elini yokuş aşağı deniz. Keşke arabayla inmeseydik diye pişman olduysak da artık çok geçti. Park yeri bulmak biraz bizi yoracak gibi görünüyordu. Aşağıya inerken boş bir yer görünce, arabamızı döndürmek istedik. Arabayı döndürdük ve park yerine doğru yol almıştık ki karşıdan bize boylu poslu bir polis el kol işaretleri yapıyordu. Hayda bu da nereden çıktı der gibi bir bakış attık. Camımızı araladık, polis’in söylediklerini anlamamazlıktan geldiysekte fayda yoktu. Vay efendim emniyet kemerimiz niye takılı değilmiş. Ya park etmeye hazırlanıyorduk, onun için çıkardık kemeri dediysekte fayda yok. Neyse ikna ettik ama bu sefer de neden arabanın farları yanmıyor diye tutturdu. Yok, bu polis ceza yazacak bize. Her ne kadar biz turistiz, bilmiyorduk ayaklarına yattıysak da, sonunda Türk usulü hallettik olayıJBu olay karşısında keyifler kaçmış mıydı, tabii ki hayır. Ama artık her arabaya bindiğimizde emniyet kemeri ve farları açmak farz olmuştu.
Çok şükür polisten de, park yeri bulmaktan da kurtulmuştuk. Şimdi denize girme vaktiydi. İşte tüm ihtişamıyla Sveti Stefan adası karşımızda durup, bizi selamlıyordu. İçine girip bakmak yasaktı çünkü yenileme devam ettiği için giriş çıkışlara kapatılmıştı. Sveti Stefan’nın sağ ve sol yanı plajdı. Sağ taraftaki plaj daha sessiz sakin olunca bari orada denize girip, güneşlenelim dediysek de. Giriş ücretinin 50 Euro olduğunu öğrenince, girmemizle çıkmamız bir oldu. Bizde hemen sol taraftaki yere doğru ışınlandık. Orası da ücretliydi. Eğer ki denize sıfır şezlongda yatmak istersen 20 Euro, arkada yatmak istersen 10 Euro. Yok, ben para falan vermem derseniz kıyıda köşede bir yer ayırmışlar. Orada kendi halinizde tepenizde güneş oturabiliyorsunuz. Birkaç saat güneşlenip, denize girip vakit geçirdik. Eğer ki acıkmışsanız etrafta pek fazla alternatif yok. Sadece plajın içinde ufak bir cafe mevcut. Tavuk ve köfteden başka bir şey yok. Bizde ayaküstü bir şeyler atıştırıp, kendimizi akşam yemeğine kilitledik. Bir müddet sonra sıkılınca, soluğu ev sahibimiz Maja’nın tavsiyesiyle Drobni pijesak ta aldık.



Patika yollardan aşağıya inip, aracımızı park ettik ve karşımızda masmavi bir koy.  Burası Stevi Stefan’a göre daha güzel ve kumlu bir plajdı. Ve dalga olmadığı içinde deniz berraktı. Bu arada su sıcaklığı da normaldi. Yalnız burada ki plajda maalesef şezlong ve şemsiye imkanı yok. Bu yüzde giderken hazırlıklı olmakta fayda var. Neyse saat 7’ye kadar denizimize girip, güneşlendik.


Gündüz güzel geçince, akşamleyin şöyle bir çilingir sofrası kurarız artık diyerek; Maja’dan güzel fikirler aldık. Akşam yemeğimizi sevgili Maja’nın tavsiyesiyle ailecek gittikleri ve memnun kaldıkları Restoranto Portodan yana kullandık. Restoranto Porto, Budva’da olunca Stevi Stefan’dan Budvaya  arabayla 10 dakika da vardık. Budvaya gelince merkezdeki otoparka aracınızı park edip, biraz aşağı yürüyünce işte karşınızda Porto. Restaurantın adından da anlaşılacağı üzere burası limanda bulunuyor. Hem ön hem de arka kapısı mevcut. Denize bakan kapısı pek bir afili. İçeri girerken sizi uzun boylu, güzel bayanlar karşılıyor ve masanıza oturtuyorlar. Güzel bir karşılama merasimi sonrası neyse ki iki kişilik bir masaya oturduk. Küçük bir detay olurda yolunuz buraya düşerse kapıya yakın bir masa da sakın oturmayın zira kapının girişinde kocaman bir havuz, havuzun içinde de ıstakoz, yengeç falan vardı. Istakoz ve yengeçleri gören bütün çocuklar ve çocuklarını zapt etmeye çalışan anneler havuzun başında nöbetteydi.


Gürültü patırtıdan uzak, masamızda garsonun gelmesini bekledik. Siparişler alınmadan, masamıza taş fırında pişirildiği anlaşılan, kabuğu sert ama içi yumuşak, hafif ekşimsi, dörde kesilmiş ekmek geldi.


Yanında da balık pate servis edildi. Beyaz etli balıktan yapılmış pate’nin içinde ezilmiş sarımsak ve ince kıyılmış maydanoz vardı. Sıcak ekmeğin yanında harika bir iştah açıcı olmuştu. İştahımız açılmaya başlamıştık ki devamı geliyordu.


Sırada deniz mahsullü salata vardı. Siz ismini salata olduğuna bakmayın. Yeşillikten çok kalamarlar, midyeler içinde dans ediyordu valla. Salatanın altına ince kıyılmış kıvırcık, salatalık rendesi yerleştirilmişti. Yeşilliklerin üzerine de baby kalamar, karides, midye serpilmişti. Son olarak da üzerine ezilmiş sarımsak, maydanoz ve zeytinyağıyla hazırlanan sos dökülmüştü.


Salatanın tadına bakarken üzerinde hala dumanı tüten seafood risotto masaya gelmişti bile. Tadı, tuzu, kıvamı tam yerindeydi. İçine baby kalamar, halka halka kesilmiş kalamarlar ve kabuklu midye koyulmuştu. Üzerine ince kıyılmış maydanoz, cherry domates ve kaşar rendelenmişti. Tam da ağzımıza layıktı valla.


Risottoyu da bitirince sırada balık vardı. Tercihimizi 2 kişiye yetecek boyutta olan sinaritten (red dentex) yana kullandık. Sinarit ızgara yapılmıştı. Ve balık pişirilirken kurutulmamıştı. Balığı keser kesmez içindeki suyu ortaya çıkıyordu. Yanına da garnitür olarakta haşlanmış patates ve ıspanak koyulmuştu.


Genel anlamda güzel ve lezzetli bir yemekti. Yediklerimiz dışında 2 şişe su ve bir şişe şaraba ödediğimiz miktar 50Euro. Böyle yerlerde yemek yerken çok dikkat etmek gerekiyor. Aksi halde karşınıza acayip bir hesap gelebiliyor. Ve sonuçta yediğinize içtiğinize pişman olabiliyorsunuz. Örnek vermek gerekirse gündüz sahilde güneşlenirken arkamızda Türk olan 2 aile 8 kişilik bir akşam yemeğine 450 Euro gibi bir hesap ödediklerini aralarında konuşuyorlardı. O yüzden dikkat etmekte fayda var.
Yemeğimizi yemiştik, şimdi biraz Budvayı keşfedip, keyif çatıp, eğlenme vaktiydi. Kısa bir bilgi vermek gerekirse; Budva eski ve yeni şehir olarak ikiye ayrılmış. Açıkçası yeni şehirde pek bir şey yok. Limanı takip ederek aşağı doğru yürüdüğünüzde Budvanın yeni şehir kısmına ulaşıyorsunuz. Burası tamamen turistlere yönelik hediyelik eşyalar, büfeler, dondurmacılar ve çocukların eğlenmesi için düşünülmüş lunaparklardan ibaret. Biz öyle bir tur atarak, eski şehre doğru yürüdük. Eski şehre geldiğiniz vakit bir anda hem mekanların hem de insan profillerinin değiştiğini fark edebiliyorsunuz. Bir tarafta tarihi mekanlar, bir tarafta lüks yatlar, bir tarafınızda da ışıltılı gece hayatı size göz kırpıyor. Gündüz vakti ölü bir şehir gibi görünse de gece diriliyor. Biz de vakit kaybetmeden şu diri şehre bir bakalım dedik. Bu gece ki tavsiyelerden diğeri de sevgili Maja’nın mutlaka denemelisiniz dediği Hotel Astoria’nın volcanosuydu. Bizde kısa bir tur sonunda Hotel Astoria’nın cafesine oturalım dediysek de, kalabalıktan kendimize biraz yer bulmakta zorlandık. Ama azimle bekleyip, bize ayarlanan masaya oturduk. Etraf o kadar kalabalıktı ki, bir masadan bir masaya geçmek bile dertti. Saatler daha 22.00 gösterse de hafiften hareketlenmeler başlamış, Cafeler gecenin ilerleyen saatlerinde gece kulübüne geçmek için hazırlıklara başlamıştı. Bizde tez elden siparişlerimizi verdik. Astoria Cafe’de sıcak, soğuk ne tür yemek isterseniz var. Yemek istemezseniz aperatif içki servisi de mevcut. Ben Volcano( Volkano kolac), eşimde (Milfey) milföy hamuruyla hazırlanmış karamelli bir tatlı siparişi verdi. Biraz bekledikten sonra tatlılar masadaydı. Volcano, tat olarak sufleye benziyor fakat kalın bir kek katmanından ziyade incecikti, kaşığı daldırmamla birlikte içinde hapsolmuş çikolata sosu tabağa yayıldı. Sıcak sos ve yanında servis edilen vanilyalı dondurmanın birleşmesiyle, tat harika ötesiydi.




Diğer tatlımız ise milföy hamurlarında bir kule yapılmıştı. Kulenin içine de çikolata sos ve karamel gizlenmişti. Tadı da, görüntüsü de güzeldi. 


Volkano Kolac 5 Euro
Milfey 4 Euro

Tatlılarımız yeyip, etrafa biraz göz attık. Bizim için gece sona ermek üzeriydi. Yarına bomba gibi olmalıydık, lakin programımız doluydu. Kotor’a doğru yolculuk vardı. Yeni plajlar, yeni yerleri keşfetmeye çıkacaktık. Hadi hayırlısı diyerek günü sonlandırdık.


0 yorum:

Yorum Gönder

 

TAKİP EDİN!

Flickr


Created with flickr slideshow.

Twitter