Güzel ve güneşli bir Beyrut sabahına merhaba ve günaydın
diyerek başladık. Dün yağan yağmur, bizi mutsuzluğa itse de, günün güneşli
olması bizi sevince boğdu. Bugünkü programımız yoğun olunca, güne enerjik başlamalıyız
diyerekten soluğu otelin kahvaltı salonunda aldık. Kahvaltı adına pek bir
beklentimiz yok ama bir göz atalım bakalım neler var? Herkese, hazırlanan
klasik bir tepsi sunuluyor. Tepsi içinde bir tabakta gözümüzün önünde
hazırlanan peynirli yumurta vardı, diğer bir tabakta beyaz peynir ve süzme
yoğurt. Süzme yoğurdu çok severim, tadı kıvamı harikaydı birde yanında bal ya
da reçel olsaydı daha lezzetli olurdu da napalım, umduğumuzu değil, bulduğumuzu
yedik. Diğer tabakta siyah zeytin, salatalık, domates ve marul yaprakları
vardı. Belki tatlı olarak kek yoktu ama antepfıstıklı helva vardı. Fakat helva
bizdeki gibi sert değildi, tadı güzeldi ama kıvamı erimiş dondurma gibiydi. Ve
kahvaltının olmazsa olmazı çay ve lavaş.
Burada ekmeğe neredeyse hiç rastlamadık. Ekmek yerine lavaş tüketiyorlar.
Hatta çoğu zaman çatal kullanmayarak, lavaşı bandıra bandıra yiyorlar. Bizde bu
usullere ayak uydurduk.
Kahvaltımızı yaptık, bugün program yoğun. Şehir içinde
kalmaktansa, şehir dışına çıkıcağız. Öncelikle ufak bir hatırlatma, burada
toplu taşıma pek yok gibi, şehir dışına çıkacaksanız ya araba kiralamanız lazım
ya da şoförlü bir araba kiralamanız lazım. Biz ikinci şıkkı tercih ettik. Ve
gayette memnun kaldık. Sözleştiğimiz saatte hem rehberimiz hem de şoförümüz olan
Faysal bizi kapıda bekliyordu. Baalbek ve Ksara rotası tur için 100$’a
anlaştık. Arabamıza atladığımız gibi ver elini Baalbek. Baalbek, Beyrut’a 85km
uzaklıkta. Buraya giderken hep duyduğum ama görmesi bugüne nasip olan meşhur
Bekaa Vadisini geçtik. Ortadoğu’nun denetimsiz bölgesi olan Bekaa Vadisi, gerçekten
de ürkütücü olmasına karşın, vadi uçsuz bucaksız ve bereketli topraklardan
oluşuyor. Yollar gayet güzel, sorunsuz bir yolculuk yapsak da, yer yer yolda
askerler çevirme yapıyorlardı. Bizi durdurmadılar ama şüpheli gördükleri
araçları durduruyorlarmış. Beka Vadisine yaklaştıkça, burada hatırı sayılır bir
güce sahip olan Hizbullah’ın posterlerini de görmeye başladık. Biz biraz ürksek
de, halk Hizbullah’ı çok seviyordu.
Nihayet sorunsuz bir
yolculuk geçirerek, Baalbek’e vardık. Burası çölde bir vaha gibiydi. Etraf
gerçekten sefillik fakat burada öyle bir tarih yatıyor ki şaşırmamak elde
değildi. Aracımızı park edip, adımımızı atmamızla, Hizbullah eşarpları, tespih
gibi incik boncuk satan adamların etrafımızı sarması bir oldu. Neyse ki güç
bela ellerinden kurtularak, meşhur Baalbek’e giriş yaptık. Yunanlılar buraya
Güneş şehri (Heliopolis) demişler. Gerçekten hava güneşliyken bu güneş şehri
bir başka güzel gözüküyordu. İçeri girdikten sonra burada bizi üç tane harabe
halinde üç adet tapınak karşıladı. Bunlar Jüpiter, Baküs ve Venüs
tapınaklarıydı. En büyüğü Jüpiter Tapınağıydı. Baküs Tapınağı, Jüpiter’e göre
daha iyi durumdaydı. Tapınağın, sütunları hala ayakta duruyordu. Venüs Tapınağı
da onarımlar sonunda iyi durumdaydı. Açıkçası Baalbek’te kullanılan sütunlar o
kadar büyük ki, insan yüzyıllar öncesinde bu sütunlar nasıl inşa edilmiş diye
düşünemeden edemiyor. UNESCO listesinde bulunan antik kent, Lübnan’a gelip de mutlaka
görülmesi gereken yerlerden biri diye düşünüyorum. Biz pek fazla tarihle
alakadar olmasak da, buralara gelip de görmek istedik. Bol bol resim çekip,
çıkışta ki müzeyi de gezerek Baalbek’ten ayrıldık.
Güzel bir tarihi keşiften sonra, arabamıza atladığımız gibi istikamet
Ksara. Ama öncesinde yolumuzun üzerinde meşhur Lübnan tatlılarının yapıldığı
Sea Sweet vardı. Sea Sweet’in burada hatrı sayılır bir meşhurluğu var.
Dolayısıyla birçok yerde de şubeleri bulunmakta. Bizde yolumuzun üzerindeki
şubeye girdik.
Beyaz mermer tezgâhların üzerinde envai çeşit tatlılar boy
sırasına göre dizilmişti. İstediğiniz tatlıdan ilk önce tadıp sonra
beğendiğinizi alabiliyorsunuz. İster orada paket yaptırabiliyorsunuz isterseniz
hazır paketlenmişlerden alabiliyorsunuz.
Tatlı dışında kurabiye ve yılbaşına özel yapılmış pastalarda
vardı. Pastalar fazlasıyla süslü ve yılbaşı konseptine uygun hazırlanmıştı.
Beğendiğimiz tatlıları paketletip. Sea Sweet’ e veda ettik.
İstikamet Ksara, yaşasın şarap kardeşliği havasında, Ksara’ya vardık. Önce kısa
bir özet geçelim dimi? Ksara, Lübnan’ın şaraplarıyla ünlü bölgesi. 1857 yılında hayata geçirilen Ksara günümüze
kadar gelmiş. Kapıdan içeri girer girmez, bizi rehber kızlar karşıladı. Etrafta
şarap imalatında kullanılan malzemeler sergilenmişti. 15 dakika süren kısa bir belgesel anlatımı
sonrasında şarap mahzenlerini gezdik. Tabi bizim aklımız fikrimiz belgeselden
ziyada şarap tadımındaydı.
Nihayet şarap tadım vakti gelmişti. Haydi, bakalım diyerek
salona geçtik. Tadım yerine oturarak, başladık beklemeye. Önce bardaklar
dağıtıldı yanına da bir şişe su. Derken ilk şarabımız arz-ı endam etti. Bakalım
neymiş? Adı da, rengi de harika olan Sunset Rose. Mezeler ve atıştırmalıklar da
güzel bir eşlikçi olan bu şarap, hafifti. En çok hoşuma giden şarap buydu.
Şarap kadehimizi suyla temizleyip, ikinci tadımımıza
geçtik. Sırada Cabernet Sauvignon vardı.
Koyu kan kırmızı şarap hafif meyve tadı barındırsa da, tadı çok sertti. Kırmızı
etle birlikte içilen bu şarap, damakta sert bir tat bırakan tatları sevenler
için harika bir şaraptı.
Sert şarapları pek fazla sevmediğim için Cabernet Sauvignon
bana pek hitap etmedi. Gelsin sıradaki. Bir şişe Moscatel adlı şarabımız açıldı
ve tadıma hazırdı. Fakat benim gibi toplu çoğunluğun kararı neticesinde bu
şarapta pek beğenilmedi. Sanki şarap
değil de şerbet içiyormuş hissi veren şarap, anlayacağınız üzere içinde
narenciye, kavun ve bal içeriyordu. Dediklerine göre kaz ciğeri ile içilince
harika bir eşlikçi oluyormuş.
Şarap tadımı sona erince mahzene indik. Şaraplar nasıl
yapılmış, nasıl şişelenmiş ve nasıl saklanıyormuş bilgilerini aldıktan sonra Ksara’nın
fabrika satış mağazasından, tadım sırasında beğendiğimiz Sunset rose şarabından
alıp, Ksaraya veda ettik.
Öğle saati yaklaşınca, hafiften midelerimizde guruldamaya
başlamıştı. Nerede, ne yeriz diye düşünmeye başlamıştık. Faysal’a yemek yemek
istediğimizi fakat bizi yerel halkın gittiği bir yere götürmesini istedik.
Amacımız yerel lezzetleri tatmak olunca lüks aramıyoruz. Ksarayı geçtikten
sonra dönüş yolu üzerinde Ikhlass Restaurant diye bir yere geldik. İçeri girer
girmez 10 tane kadar masası olan, arka tarafında mutfağı görünen daha çok restaurant
tarzından uzak, büfeyi andıran bir mekanla karşılaştık. İçerisi kalabalık,
yabancı dahası turist olduğumuz her halimizden belli olunca bütün gözler bize
döndü. Allahtan yanımızda Faysal vardı da yabancılık çekmedik. Hemen bir masaya
oturduk, derken önümüze hemen menüyü koydular. İyi ki Faysal yanımızda, yoksa
menüyü anlayan beri gelsin. Çünkü menü Arapça yazılmış. Sağ olsun Faysal, bize
menüde yazanları açıkladı.
Fakat benim ilgimi hemen mutfağın önüne dizilmiş, alttan
ısıtılan tepsiler çekti. Hemen içindeki yemeklere bakmak üzere ayağa kalktım.
İyi ki de kalkmışım, çünkü tepsilerin içinde harika lezzetler vardı. Bize
değişik gelen her şey den azar azar ortaya söylemeye karar verdik.
Masaya ilk gelenler humus ve tabbuleydi. Humus her zaman ki gibi harikaydı. Toprak
kasede servis edilen humus tadıyla ve görüntüsüyle çok güzel görünüyordu.
Burada ki humus sadeydi sadece ortasına süs olsun diye haşlanmış nohut
koyulmuştu.
Tabbule ise büyükçe bir yeşillik yaprağın içine ince
doğranmış maydanoz ve domatesle hazırlanmıştı. Aşçı salatanın sosundan hiç
kaçınmamış, maşallah yağ ve limonu bol koymuştu. Diğer yemekler gelmeden
lavaşın içine biraz humus biraz salatadan karıştırarak, başlangıcı yaptık.
Ve Beyrut’a gelip de mutlaka bol bol yemek istediğim bir tat
masada yerini aldı. Evet, karşımızda falafel haydi beni yeyin diyordu.
Köftelerin boyutları kanıksanmayacak kadar büyüktü. Tabağın etrafına dizilen
falafellerin ortasına domates, biber ve salatalık turşusu birde turp konulmuş,
üzerine sumak serpilmişti. Falafellerin tadı güzeldi fakat biraz tuzu fazlaydı,
en önemlisi de yağı fazla çekmemişti. Lavaşın içerisine koyarak, hoppp mideye
indirdim.
Sırada Shawarma yani bizim bildiğimiz adıyla döner vardı.
Döner kuzu etinden yapılmıştı fakat bizdeki döner gibi ince kesilmemiş, kalın
kesilmişti. Sanki bonfile et parçaları yiyormuş gibi bir tat kaldı damağımızda.
Yanına sıcak sıcak közlenmiş domates dilimleri, tarator sos ve maydanoz, soğan
ve turşudan hazırlan salata vardı. Burada usul elle yemek olunca, çatalla
bıçağın yerini lavaş ekmek aldı. Lavaşın içine köz domates biraz salata biraz
döner üzerine de tarator sosunu döktük mü, Allah desem yeridir.
Yemek çeşitleri daha bitmek bilmiyordu, siparişler gelmeye
devam ediyordu. Sırada spesiyaller vardı. Biryan ya da bizdeki adıyla büryan
denebilir. Pirinç pilavıyla hazırlanan
büryan, yasmin pirincinden hazırlanmıştı. Pilavın içinde ince kıyılmış
maydanoz, havuç, kavrulup karamelize edilmiş soğan vardı. Üzerine de hatrı
sayılır miktarda kavrulmuş badem ve kaju fıstığı koyulmuştu. Parçalanmamış
tavuk parçası tabağın yanına yerleştirilmişti. Tavuk bildiğimiz gibiydi fakat
pilav gerçekten güzeldi. Soğanın verdiği hafif şekerimsi tat, pilavda harika
bir tat yaratmıştı.
Tattığımız diğer bir lezzet ise köfteydi. Abdel Wahap’ta
yediğimiz kebaptan bin kat güzeldi diyebilirim. Köfte sulu sulu ve yağlıydı,
içine maydanoz ve kırmızıbiber koyulmuştu.
Yanında garnitür olarak humus, turşu ve domates vardı. Acur ve salatalık
turşusu kütür kütürdü.
Ne yalan söyleyeyim tıka basa doymuştuk. Aklım Mansaf adlı
yemekte kalmıştı, fakat tadına bakamadık. Safranla hazırlanan pirinç pilavının
üzerine irice doğranmış kuzu etleri haşlanıp, yoğurtla karıştırılmasıyla
hazırlanan bu yemek görüntü olarak güzel görünüyordu. Mutlaka tadı da güzeldi
diye düşünüyorum.
Yemeğimizi de yemiştik, artık yola koyulma vaktiydi. Temiz
hava bol gıda derken yorulduğumuzu yavaştan hissetmeye başlamıştık. Araba yol
alırken bize de dinlenme fırsatı doğmuştu. 1 saat kadar süren dönüş
yolculuğunda, otelimize gitmeden Beyrut’un meşhur Korniş’inde biraz yürüyüp, Güvercin Kayalıklarını (Rawcheh Rocks) görelim istedik. Gözünüzde şöyle bir manzara canlandırın. Bizim
İzmir Kordon gibi boylu boyunca bir sahil şeridi. İnsanlar sağlı sollu
yürüyorlar ve denizin üzerinde de iki tane büyük kaya parçası. İşte Güvercin
Kayalıklarının özeti budur.
Yürüyüş yolunda iğne atsan yere düşmeyecek misali evinden
çıkan burada yürümeye gelmişti. Manzara o kadar farklıydı ki, insanların kimi
yerlerde oturuyor kimi bankta oturarak nargile içiyordu. Bazısı seyyar kurulan
tezgâhlardan yemek yiyordu. Resimlerde dikkat ederseniz, arka planda görünen evleri
manzarasından ötürü milyon dolarlık fiyatlardaymış ve genelde sanatçılar burada
oturmayı tercih ediyormuş.
Gerçekten şaşırmamak elde değil. Burası tam tezatlıklar
ülkesi. Bizde biraz nargile kokularıyla karışmış deniz havası alarak yürüyüş
yaptık ve otelimize döndük.
Faysalla yarın sabah
9’da görüşmek üzere sözleşerek ayrıldık. Unutmadan bu gece güzel bir yerde
yemek yemek için rezervasyonumuzu yaptırdık ki açıkta kalmayalım. Malum sütten
ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş. İlk gece ki acemiliğimizi daha unutmadık.
Gündüz ki koşuşturmamız yorulmamıza neden olsa da kendimizi
toparlayıp, taksiye atladığımız gibi ver elini Gemmayzeh. Gemmayzeh, en az
Hamra kadar gözde bir bölge. Aslında aralarında haklı bir rekabet var
diyebilirim. Gemmayzeh bölgesinde birçok cafe ve restaurantlar, barlar varken
aynı şeyi Hamra bölgesi içinde söyleyebilirim.
Tek fark Hamra’da kıyafet satan dükkânlar daha fazla. Ama her iki bölge
de de eğlence mükemmel diyebilirim.
Bizde bu akşam yemeğimizi
Gemmayzeh’deki Mayrig Restaurant’ta Ermeni mutfağının en güzel örneklerini
tatmaya geldik. Ahşap dekorun hakim
olduğu loş mekan, daha içeri girer girmez tüm sıcaklığıyla bizi karşıladı.
İçerisi restaurant havasından çok sanki bir eve misafirliğe gelmişiniz de, evin
misafir odasında oturmuş yemek yiyormuşuz hissi veren bir yerdi. İçerisi tıka
basa doluydu, yani rezervasyon kesinlikle şart. Bize ayrılan masaya oturup,
bize sunulan menüye göz gezdirmeye başladık.
Başlangıç olarak
masaya antepfıstığı ve leblebi geldi. Bu gece içecek olarak Lübnan’ın yerel
birası Almazayı tercih ettik. Biranın tadı sert değildi.
Ara sıcak olarak söylediğimiz Lahme Beajine masamızdaydı.
Buna lahmacun ya da minik pide de diyebiliriz aslında. Tadı güzeldi, iç
malzemesi kıyma ve domatesten oluşan minik pideciklerin üzerine susam
serpilmişti. Fena da olmamıştı hani. Masaya sıcak olarak gelen minik
pidecikleri maalesef fotoğraf çekme çabasında olunca soğuk yemek zorunda
kaldık. Ama soğukta güzeldi.
Ve sırada salata vardı. Menüdeki salatalar arasında özel
olacağını düşündüğümüz için sipariş verdiğimiz Haigagan Salad ya da Türkçe
adıyla Ermeni Salatası, Beyrut gezimiz sırasında yediğim en leziz salatalardan
biriydi dersem inanın. Görüşü bizim çoban salatayı andırsa da, içine konulan
bol nane ve limon suyu salatayı enfes yapmıştı. Hasta olan bu salatadan tabak
tabak yiyip, suyunu da kafaya dikerse şifa olur valla.
Soğuk başlangıçlarda, menüde alışıla gelmiş tatlardan
muhammara, humus çeşitleri, köz patlıcan, dolma birde sebzelerden yapılan köfte
çeşitleri vardı. Bizde değişik olduğunu düşünerek Selection Mayrig söyleyerek
birden fazla çeşidin tadına bakalım dedik. İyi mi ettik kötü mü ettik bilmiyorum
artık. Efendim Selection Mayrig tabağında üç çeşit köfte çeşidi ve onlarla
birlikte yenilen soslar vardı. Aslına bakarsanız bunlar bizlerin hiçte yabancı
olmadığı lezzetlerdi diyebilirim.
Rengi açık olan köfte
bizlerin bildiği mercimek köftesinin ta kendisiydi, tek farkı içine biber
salçası konulmamıştı. Yanında konulan sos ise domates ve soğanların küçük küçük
doğranmasıyla hazırlanmış ve üzerine dökülerek yenmesi bir fark oluşturmuştu.
Diğer köfte ise patates püresi, maydanoz ve kırmızıbiberle
hazırlanan patates köftesinin aynısıydı. Sos olarak yanına yağda kavrulmuş
soğan, zeytinyağı ile karıştırılmıştı. Tadı güzeldi.
Tabakta en arkada, parlak parlak duran köfteler ise katkısız
safi kıymadan yapılmış köfteydi. Yanına sos olarak fıstıkla birlikte kavrulmuş
kıyma konulmuştu. Çiğ köftenin yanında pişmiş kıyma, kulağa hoş geliyor mu
bilmiyorum ama olurda menüde raw meat diye bir şey okursanız bilin ki bu
pişmemiş, et anlamına geliyor.
Aslına bakarsanız Ermeni mutfağıyla, Türk mutfağı arasında
büyük benzerlikler var. Sırada ki yemekte tam da evet ya, bizde de bu meşhurdur
diyeceğiniz şey. Mante yani mantı. Tabii ki bizim Kayseri mantısına kimse
yetişemez de, hadi bir tadına bakalım dedik. Menüde iki çeşit mantı vardı. Biri
kıymalı biri de ıspanaklı. Bizim tercihimiz kıymalıydı. Bakır bir tepsinin
içine, mantı, süzme yoğurt, sumak ekşisi ve domates sosu konulan mantının
görüntüsü kadar sunumu da 10 numaraydı. Gelelim tadına bakmaya, mantılar bizim
bildiğimiz usulden farklıydı. Tepsi mantısı gibi hazırlanan mantı, ağzı açık
şekilde yapılıp, haşlanmadan fırında pişirilmişti. Tabağıma aldığım mantının
üzerine biraz yoğurt, biraz domates sosu, biraz da sumak dökerek yedim.
Haşlanmış mantıyı sevenler için hayal kırıklığı olabilir. Ben tadını beğendim
ama mantı hissiyatı içinde yemedim açıkçası. Tek kötü yanı domates sosuydu.
Çünkü sos katı kıvamlı değil bildiğimiz domates suyundan yapılmıştı.
Ana yemeğe yer kalmasa da, adettendir diyerek ana yemeğin de
tadına bakalım dedik. Menüde bize hiçte yabancı gelmeyecek olan çeşitler
mevcuttu. Mesela Urfa kebabı, etli dolma gibi. Fakat biz tercihimizi
kebaplardan yana değil de hep ismini duyduğum ama bir türlü yemeğe fırsat
bulamadığım bir tat tercih ettik. Fishnak kebap yani vişne kebabı. Kıtır pide
parçalarının üstüne minik köfteler dizilmişti. Köftelerin üzerine de bol pişmiş
vişne koyulmuştu. Et ve meyve birleşimini sevenler için güzel bir yemek. Tatlı,
tuzlu ve mayhoş tatların hepsi bu yemek için söylenecek kelimeler. Değişik
tatlara açıksanız deneyin derim.
Yemeklerimizi yemiştik. Yavaş yavaş masadan kalkma vakti
gelmişti. Bu yediklerimize 80$ hesap ödeyerek, Mayrig’e veda ettik. Mayrig Restaurant sayesinde Ermeni mutfağının,
bizim mutfağımızla ne kadarda benzediğini test etmiş olduk.
Yemeğimizi yemiştik, şimdi eğlenme vaktiydi. Otelimiz Hamra
bölgesinde olsa da Gemmayze eğlence için daha hareketli ve renkliydi. Gemmayze
barların çok fazla olduğu hatta eğlencenin dışarı taştığı bir bölge.
İstediğiniz bara rahatlıkla girip, çıkabiliyorsunuz. Bizde geceyi birkaç farklı
bar’da, hem bir şeyler içerek hem de müzik dinleyerek noktaladık. Beyrut’ta bir
günümüzde güzel bir şekilde bitmişti. Gezinin devamı en kısa zamanda blog’da,
takipte kalın…
Pınarcım, yine detaylı ve çok güzel bir yazı olmuş, ellerine sağlık. Yemek fotoğrafları sanki Lübnan'da değil, Türkiye'de çekilmiş, o kadar tanıdık hepsi. Mutfağımızın zenginliğini gösteriyor. Lübnan'ın ünlü şarap bölgesini ilk defa duyuyorum, çok şaşırdım.
YanıtlaSildevamını heyecanla bekliyorum. sevgiler, yıldız
http://tuzvekarabiber.blogspot.com/
Teşekkür ederim Yıldızcım. Evet aslında haklısın bizim mutfağımız gerçekten çok zengin, Beyrutta hiç yabancılık çekmedik.Yazının devamı gelecek:)
SilSayenizde Beyrut'a tekrar gitsem mi diye düşünmeye başladım. Umarım Byblos ve Harissa'ya da gitmişsinizdir. Bu arada o arkada görünen evlerden birinin önünde özel marina vardı. Meraktan bir taksiciye daire fiyatını sormuştum. 7 Milyon Dolar demişti. Ama en üst katından Kıbrıs gözüküyormuş :) Kıbrıs demişken Beyrut'a gitmenin en güzel taraflarından birisi de Kıbrıs'ın üzerinden geçmek. Yıllarca duvardaki haritada gördüğümüz adanın şeklinin tamamını yukarıdan görmek hoş oluyor. Benim Kıbrıs yolculuklarımda adanın tamamını görebilmişliğim yoktur.
YanıtlaSilYazınızın devamını 4 Gözle bekliyoruz
Eren Evren
<a href="http://www.gezelimgorelimbilelim.com>www.gezelimgorelimbilelim.com</a>
Byblos'a gidemedik ama Harissaya gidebildik. Daire fiyatlarını bizde duyunca inanamadık, o kadar paraya bu daireler mantıklı mı tartışılır aslında:)Kıbrıs'a bakmak hiç aklıma gelmedi, başka sefere inşallah:)Sevgilerle...
Sil