İnsan yeni yerler keşfetmek için sabırsızlanırken, gün be
gün yeni keşifler için heyecanlanır fakat gel gör ki günlerin geçmesi tatilinde
sonuna ne kadar hızlı gelindiğinin habercisidir aslında. Halkidikideki üçüncü
günümüzde değişik bir maceraya daha yelken açmak için vakit gelmişti.
Halkidikiye geldiğimizde etrafta birçok tekne kiralama
şirketi dikkatimizi çekmişti. Sonradan öğrendik ki buranın olmazsa
olmazlarından biriymiş tekne kiralamak. Ee bizim başımız kel mi? O zaman bizde
bir tane tekne kiralayalım dediysekte bunun o kadar kolay olmadığını gördük.
Şimdi siz kesin diyorsunuz ki bir sürü evrak istediler herhalde, kaptan
ehliyeti falan. Ama yok işin aslı astarı öyle değil. Etrafta o kadar çok tekne
olmasına rağmen tekne bulamadık desem! O tur firması senin bu tur firması benim
en sonunda bir tanesinden haber vereceğiz belki iptal söz konusu denilince
başladık beklemeye. Beklemeye başladık
dediysem de öyle oturup beklemek değil tabiî ki, fırsat bu fırsattır diyerek
listemdeki bir diğer plaj olan Agios Ionnis istikameti çevirdik.
Agios Ionnis Beach,Nikiti taraflarında bir plajdı. Aracımızı
park ettikten sonra hızlı adımlarla plaja doğru kendimizi attık. Burası boylu
boyunca kumsala sahip, aynı zamanda şezlong ve şemsiyeleri olan bir plajdı. Plajın
içinde iki tane cafe bar tarzında mekan vardı. Yine daha önce gittiğimiz
plajlar gibi burası da halka açıktı. İsteyen kendi şemsiyesini getirip beleş
oturabiliyordu, isteyende ayy yok ben yerde oturamam veririm 10 Euro otururum şezlongda
diyebiliyordu. Bizde paşa paşa verdik 10 Euro’yu, oturduk şezlongda.
Cennetten bir köşeye düştük valla. Berrak mı berrak bir su,
dibi görünüyor. Açıl açılabildiğin kadar, yüz yüzebildiğin kadar. Ne olurdu şu
bizim Marmara Denizİ’de böyle olaydı ya, gerçi zamanında bu şekildeydi de.
İnsanoğlunun aşırı temizliğine düşkünlüğünden ne hale geldi!
İki saatlik yüzme molası sonunda, kiralık tekne firmasının
telefonuyla, yangından mal kaçırır gibi toplanıp, soluğu teknemizin yanında
aldık. Tekneyi kiraladığımız firmanın yeri Vourvourou’da, ismi de Circuit-Rent.
Vourvourou girişinde kocaman bir tabelası var ve görmemek mümkün değil,
tabelanın yanından denize doğru indik inmesine de, denizde nasıl bir dalga
birde üstüne rüzgar olunca, erkekler gayet sakin olmasa da bizi aldı mı bir
telaş. Yüzümüzdeki ifade artık nasıl olduysa, kiralama şirketindeki elemanlar
korkacak bir şey yok, öğlen hava düzelir dese de, kafamızı sallayıp,
onaylamaktan başka bir şey yapamadık. Çok fazla işlem gerektirmeden isimlerimizi
kaydettirip, bir sözleşme imzaladık. Kaptan ehliyetine gerek yoktu. Görevli
hangi koylar güzel, nereye gitmemiz gerektiğini, kayalıklardan geçmeyip, şu
rotayı izlemelisiniz gibi tavsiyeler verdikten sonra, elimize tutuşturduğu
haritayla, bismillah diyerek attık kendimizi tekneye.
Hedefimiz hemen
yakınımızda bulunan Diaporos adasının etrafındaki koyları keşfetmekti. Neyse az
hızla yavaş yavaş karşıya geçtik. İlk gözümüze kestirdiğimiz koya giriverdik.
Koyun dışındaki deli gibi denizden eser yoktu. Sessiz sakin, huzur dolu bu
koyda dilediğimiz kadar yüzdük. Erkekler kumda bir şeyler atıştırırken, bizde
şnorkelle dibe daldık. Bir süre
yüzdükten sonra o koy senin bu koy benim gezdik.
Kıyı şeridini gezdikten sonra adanın diğer tarafına geçelim
diye beyler ısrar edince, bize de peki demek düştü. Tek sorun adanın diğer
tarafına geçmek için dönüş tarafındaki kayalıklara çarpmamak için tekneyle
açıktan geçmek lazımdı. Gel gör ki biz açıldıkça, teknenin önü kalkıyordu, bu
da yetmezmiş gibi dalgalar ön tarafa doğru çarpmaya başlamıştı. İşte o anda
duyduğum tek ses Yeliz’in ‘Allahım sana geliyorum’ sesiydi. Ben de yanında
kendimi kaskatı sıkmış, zor duruyordum. Artık dayanamayıp, ‘yeter, geri dönelim’
sesleriyle zafer kızların oldu ve geri döndük. Bu kadar heyecandan sonra durgun
bir koya girip, hayata geri döndük desem yeridir herhalde.
Yemek yemek için mola verdiğimiz koy çok güzeldi. Etrafta
kayalıklar olduğu gibi, ağaçlıklarda vardı ve bazı aileler çadır kurmuştu. Bu
arada bahsettiğim adanın etrafındaki koyların hepsi bakir, ne yiyecek nede
içecek bulunuyor. Bunu daha önceden bize söyledikleri için yanımızda meyve,
sandviç ve içeceklerimizi getirmiştik. Ayrıca marketten buz alıp, kiralama
ofisinden temin ettiğimiz buzdolabının içine içeceklerimizi koyduk.
Biz kumsalın etrafında dolanırken, erkekler kayalıkların
üzerinden yürüyüş yapıyorlardı. Derken yanlarına bizi de çağırdılar, iyi ki
fotoğraf makinemi da yanımda götürmüşüm. Çünkü tam benlik bir olayla karşı
karşıyaydım. Maşallah iri kıyım bir abi, kayalıklara oturmuş, denizden
topladığı denizkestanelerini ayıklıyordu. İşte o anda makinem ve ben hazır bir
şekilde bu anı pozlamaya başlamıştık bile.
Öncelikle bu denizkestanesi nasıl bir şeydir derseniz? Top
gibi yuvarlak, içindeki hazineyi bulmak için üzerindeki dikenlere çok dikkat
etmek lazım, olurda batarsa çıkarması biraz meşakkatli. Yunanlı abi, bu
dikenlerden korunmak için eline özel bir eldiven giymişti. Ve elindeki kelepçeye
benzer bir makasla denizkestanelerini ortadan kesti.
Kestane ortadan
kesildiği gibi içindeki turuncu etler ortaya çıktı. Deniz suyunda biraz yıkandı
ve içindekiler boşaltıldı. Sanki bir topun içine denizyıldızını oturtmuşlar
gibi bir görüntüsü vardı.
Yunanlı abi hazırlıklı gelmişti, çantasından çıkardığı
plastik kaşığı, bir güzel denizkestanesinin etine daldırdığı gibi aldı, yemeye
hazırdık ama final olarak birazda üzerine limon suyu sıkıldı. Derken hooppp
mideye. Tadı nasıldı derseniz? Ben biraz midyeye benzettim ve bayılarak yedim.
Tavsiye eder miyim? Olurda karşınıza çıkarsa tadına bakın derim. Ben her ne kadar
denizin ortasında, ilkel yöntemlerle tadına bakmış olsam da, gayet güzeldi
diyebilirim.
Yedik, içtik ve tabiî ki yüzdük. Rüzgâr hafifleyince,
dalgalar da normal boyutlara geçince, diğer koylara da gitme fırsatını nihayet
bulduk. Tüm gün aynı denizde fakat mavinin bin bir türlü renginin olduğu
koylarda yüzdük. Teknemizi saat 18.00’e kadar kiraladığımız için, vaktinde
teslim edip, istikametimizi Agios Nikolaos’a çevirdik. Bu arada ne işimiz mi
var? Buzuki sevdasına buraya yolumuzu düşürdük. Burası ufak bir kasaba
görüntüsünde, eski cumbalı evleri olan bir yerdi. Arabamızı park edip, yürümeye
başladık. Etraf o kadar sessizdi ki, hani derler ya in cin top oynuyordu. Aynen
o durumla karşılaşmıştık. Bir tane bile insan yoktu etrafta. Yürüye yüreye
kendimizi ortasında süs havuzu bulunan bir meydanda bulduk. Meydanın etrafında
da üç tane restaurant. Bizde rezervasyon yapma umuduyla gitmiştik ki her yer
kapı duvar. Şansa sadece bir tanesi açıktı. Biz etrafa bakarken, içeriden bir
adam çıktı, Yunanca bir şeyler söylese de anlamak ne mümkün. Biz İngilizce,
karşımızdaki adam Yunanca çat pat anlaşmaya çalıştık. Derken bir baktık ki
soluğu mutfağın içinde almışız. Restaurant sahibi bize tüm marifetlerini
sergilemeye başlamıştı. Fırından çıkan kapama yine fırında pişen domuz etinden
yapılan bir yemek. Sonra bir baktık ki elimizde tadımlık uzolar. Velhasıl kelam
rezervasyon işi tamamdı. Hemen üzerimizi değiştirmek için otele ışınlandık.
Akşamki yemek ve müzik ziyafeti için istikametimiz Taverna Kokkinos olacaktı.
Ve istikamet Agios Nikolaos. Daha birkaç saat önce yer, hani
in cin top oynuyordu ya. Saat 20:00’de iğne atsan yere düşmez misaliydi.
Aslında gördüğümüz manzara sıradan bir mahalle hayatını anımsatıyordu.
Balkonunda oturan teyze, meydandaki kahvede oturup hem sohbet eden hemde
yavaştan demlenmeye başlamış amcalar.
Biz şaşırmış
vaziyette, kalabalığın içerisinden geçerek, rezerveli masamıza oturduk. Sanki
kasaba eğlenceleri yahut kasaba düğünlerindeki gibi orkestra meydanın ortasına
kurulmuştu. Masaya oturduk ve ufaktan yemek siparişini verdik. Masaya ilk önce gündüzden
gözümüze kestirdiğimiz fıçı içindeki ev yapımı şarap geldi. Gece boyunca
severek içtiğimiz, çalınan şarkılarla keyfimize ortak olan ev yapımı beyaz
şarabı harikaydı.
Yavaştan mezelere geçiş yaparsak, ilk masamıza tzatziki
geldi. Tadı her zaman yediklerimizin aynısıydı.
Salata olarakta tercihimiz Greek salattı. Yeşilbiber,
domates, soğan ve salatalıkla hazırlanan salata yeşil zeytinle süslenmişti. Be
tabiî ki üzerine mis gibi zeytinyağı dökülmüştü.
Ara sıcaklar seçimimizi daha önce hiç tadına bakmadığımız
lezzetlerden yana kullandık. Patlıcan sever misiniz bilmiyorum ama ben
bayılırım. Kızartması, közlenmişi kısacası her çeşidini severim. Menüde
patlıcanlı bir şeyler ararken karşımıza çıkan bu lezzet harika ötesiydi
diyebilirim. Közlenmiş bütün haldeki
patlıcanın içine bol beyaz peynir ve ezilmiş sarımsakla doldurmuşlardı. Üzerini
küp küp kesilen domates ve maydanoz ile süslemişlerdi. Patlıcanın sıcaklığı ile
eriyen peynir sarımsakla birlikte harika bir tat yaratmıştı.
Ve musakka, bir sıra patlıcan ve bir sıra kıymalı harçla
oluşturulan kule üzerine beşamel sosla sonlandırılarak, üzeri kızarana kadar
fırınlanmıştı. Severek yedik.
Ve sırada seveni olduğu kadar sevmeyeni de olan bir lezzet
var. Kokoretsi! Yani kokoreç. Ama burada yediğim kokoreç, bizim ülkemizde
yapılanlardan farklıydı. Her taverna’da bulunmadığı gibi sadece paskalya gibi
özel günlerde yapılırmış kokoretsi. Bizde menüde görünce nasıl bir şeyle
karşılaşırız acaba diyerek söylediğimiz kokoretsi, gerçekten çok farklıydı. Tam
bir sakatat bombası olan kokoretsi. Tadı kadar yapımı da farklıydı. Yürek, uykuluk,
ciğer, dalak gibi sakatatlar ilk önce ufak parçalara bölünerek, uzunca bir şişe
geçirilir, sakatatların üzerine hem dağılmasın hem de yağ oranı artsın diye
hayvanın gömlek denilen yağıyla bir güzel sarılır. Son olarakta bağırsaklar
ilmek ilmek işlenerek gömleğin üzerine sarılır. Tüm işlem bittikten sonra döner
ızgarada pişirilir. Ve pişen kokoretsi dilimlenerek servis edilir. Tadı tuzu
harikaydı, sakatat severlerin asla hayır dememesi gereken bir tat.
Rezervasyon yaptırırken mutfakta gördüğümüz, fırından çıkan
kapama’da aklımız kalmıştı. Aklımızda kalacağına midemizde kalsın diyerekten
siparişini verdik. Tabakta süsü püsü yoktu belki ama et harika ötesiydi. Ağır
ateşte pişen et baharatlarla tatlandırılmıştı, yanına konulan patatesler ise
bol limonla pişirilmişti. Hafif ekşi tat, patatesi daha çok sevmeme neden oldu.
Bir parça et bir parça patates harika ötesiydi.
Şimdi eminim siz bana diyeceksiniz ki, yemekleri yediniz de,
orkestraya noldu? İşte o olay tam bir şölene dönüştü. Yemeklerimizi yerken hafiften
başlayan müzik tınıları, arka masada oturan 80 yaşındaki tonton teyzenin
sahneye kendini atıp, kendinden geçermişçesine dans etmesiyle, ortalık bir anda
şenlenmeye başladı. Sahneden biri iniyordu, diğer bir kişi geliyordu. Saatler
ilerledikçe, herkes kendinden geçmişti. Nasıl anlatsam gruplar halinde o kadar
güzel oynuyorlardı ki, biz hayranlıkla kendimizi onları izlerken bulduk. Son
hatırladığım artık bizimde dayanamayıp, çadırımın üstüne şıp dedi damladı
çalarken sahnede oynadığımızdı.
Bu Yunanlılar keyiflerine son derece düşkünler, bütün gece
içerek hem keyif çattılar hem de döktürdüler. Biz Türkler misafirperver olarak
adlandırılmışız ama inanının bizim kadar misafirperverdiler. Vakit geçtikçe
taverna’nın garsonlarıyla aramızdaki samimiyet artınca öğrendik ki, burası bir
aile işletmesiymiş. Dimitris ve Magdalene garsonluk yaparak, babalarına yardım
ediyorlarmış. Bu buzuki eğlencesi her Cuma akşamı orada yaşayan yerel halkın
isteği üzerine gerçekleşince anlıyoruz ki buradaki herkes biz hariç yerel
halkmış.
Bizler aramızda Türkçe konuştukça, etrafımızdaki insanlar
sanki hiç yabancı değilmişiz gibi masamıza gelip, gitmeye, bizlerle sohbet
etmeye başladılar. Gecenin sonunda bizim masada bir Rus, bir Yunan ve Türk
olmak üzere birbirimizle iletişim kurmaya çalışıyorduk. Ve işin bomba tarafı
biz Yunanca bilmediğimiz gibi onlarda İngilizce bilmiyorlardı. Fakat işin komik
yanı masada herkes birbirini anlıyordu. Artık müziğin sonuna gelmiştik ki,
bizim masaya getirilen ikramlar hala sona ermek bilmiyordu. Şarabın, biranın sonunda Yunanlılara özgü bir
içki olan Tsipouro(çipura)ikram edildi.
Yaş üzümden yapılan bir tür yerel rakı olan Tsipouro tat olarak bizim
rakıya benziyordu. Yolluk olarak içtikten sonra bu güzel mekandan ayrıldık. Bu
gecenin sonunda müzik ve yemek ziyafeti dahil ödediğimiz hesap, 4 kişi 106
Euro. Bu güzel eğlence dolu gece için Taverna Kokkinos’a ve Kokkinos ailesine
çok teşekkür ederim. Olurda yolunuz buralara düşerse mutlaka ve mutlaka her
Cuma akşamı yapılan eğlenceye katılın, kendinizi yabancı gibi hissetmeyip,
halkın arasına karışın derim.
Halkidiki 4. gün için tıklayınız.
Halkidiki 4. gün için tıklayınız.
0 yorum:
Yorum Gönder