Nereden başlanır nasıl anlatılır ki acaba? İlk önce film’i
başa saralım mı? Bundan bir ay önce telefonuma Selda Hanımdan gelen bir mesaj
düştü.
‘Merhaba, biz küçük bir grup Güney’e bağbozumuna gidiyoruz,
27 Eylül gidiş 28 Eylül dönüş. Sizde gelirseniz pek seviniriz’
İşte tüm güzellikler böyle başladı. Bir ay hemencecik geçti
ve kendimi havaalanında,elimde uçak biletimle, kendimi Denizliye uçarken buldum. Çardak havaalanına indiğimizde,
Selda Hanım tarafından karşılandık. Şimdi bana Selda Hanım’dan bahset deseniz. Şunları
diyebilirim; sıcakkanlı, organizatör, 40 yıllık ahbabım misali, çılgın,
misafirperver, mükemmel ve bir sürü daha güzel kelime bu bayanı anlatmaya yeter
sanırım. İlerleyen zamanlar da artık Selda Hanım yerini Selda’ya bırakmıştı ve
süper bir günün başlayacağının sinyalleri çakmaya başlamıştı.
İstikametimiz Pamukkale’deki otelimiz oldu ve günümüz bizi
bekleyen mükellef bir kahvaltı sofrasıyla aydınlandı. Koca bir masa
kahvaltılıklarla donatılmıştı. Bana göre masanın başrol oyuncuları bal ve
kaymaktı. Hayatımda yediğim en güzel kaymaklardan biriydi diyebilirim.
Buralara kadar gelmişiz bir Pamukkale turu, bir Laodikeia
turu yapmadan olmaz diye düşünmüş sevgili Selda ve bize harika bir program yapmış.
Otobüsümüze bindiğimizde herkesin koltuğunda bir paket vardı? Meraklı meraklı
açtık. Bakalım içinde neler varmış? Güneş’e karşı şapka, yağmur’a karşı yağmurluk,
not almak için not defteri ve bir adet poşet! ( ne için kullanacağımızı
bilmediğim için yazmadım ama sonradan ne olduğunu anladık)
Haydi bakalım tur başlasın dedik ve soluğu rehberimiz
eşliğinde Hierapolis Antik kentte aldık.
Vaktimiz kısa olduğu için hızlı bir şekilde antik kenti gezdik, kuşkusuz
her taşı değerli ama antik tiyatro gerçekten çok güzeldi.
Malum Pamukkale termal su kaynağı cenneti olunca, antik
havuzu görmeden gitmeyelim dedik. Yıllar önce Pamukkale’ye geldiğim de bu antik
havuz ve çevresi çok özensizdi fakat şimdi harika bir park yapmışlar ve bayağı
güzel düzenlemişlerdi.
Termal havuz sonrası Pamukkale dendi mi akla gelen
travertenler vardı. Eskiden pamuk misali beyaz olan travertenler ne yazık ki
yavaş yavaş yok olmaya başlamıştı. Sürekli akması gereken su maalesef aralıklı
olarak verilmeye başlanmıştı. Ama yine de gezmeye görmeye değerdi.
Antik havuzdan çıkıp
aşağıya doğru yürüyüp, travertenlerin başlangıç noktasına geldik. Herkes
ayakkabılarını çıkartmış travertenlerin üzerinde yürüyüp poz vermekle meşguldü.
Açıkçası ayakkabıları çıkartmaya üşendiğim için, ben yürümek istemedim desem de
Selda’nın haydi bakalım otobüs aşağıda, buradan yürüyerek hepimiz aşağıya
ineceğiz demesiyle hepimiz kısa bir şok yaşayıp, bu şaka mı desekte.Selda’nın
ciddi olduğu belliydi ve bize verilen paketin içinden çıkan poşetin ne amaçla
kullanılacağı böylelikle belli olmuştu. Ayakkabı ve çorapları içine koymak
için!
El mecbur, çıkardık ayakkabıları, vurduk kendimizi travertenlere.
İyi ki de vurmuşuz, harika pozlar çektik, çok eğlendik. Sonrasında bir kahve
molasını da hak ettik.
Son durağımız ise Laodikeia.Ucu bucağı olmayan eşsiz bir
tarihi kent. Kazı çalışmaları hala devam etmekte ve arkeoloji meraklılarının
mutlaka ziyaret etmesi gereken bir yer. Biz burayı gezerken maalesef hava bozdu
ve yağmur yavaştan yüzünü göstermeye başladı.
Hızlandırılmış turumuza bir süre yemek molası dolayısıyla
ara verdik. Otel’e geldiğimiz de yöreye özgü yemekler ve tabi ki yemeklerin
tadına eşlik eden Pamukkale şarapları da masadaki yerlerini almışlardı. Gelelim
neleri tattığımıza? Turşu, kurutulmuş acı biber, patlıcan dolması, zeytinyağlı
bamya, asma yaprağı kavurması, keşkek ve tatlı olarakta un helvası. Hepsi tek
kelimeyle çok güzeldi.
Karnımız tok, sırtımız pek misali istikametimiz Pamukkale
Şaraplarının membası olan Güney oldu. Fabrikaya giriş yaptığımızda sevgili
Yasin Tokat bizi karşıladı ve Pamukkale şaraplarının üretim aşamalarını
anlatmaya başladı. Üzümün bağdan toplanıp, nasıl şaraba dönüştüğünü ve sonunda
şişelenmesine kadar tüm detayları dinledik, gördük ve tabi ki tattık. İşin en
güzel kısmı tabi ki de tatmaktı.
Sonrasında Güney bağlarına doğru yola çıktık, alabildiğince
bağlar gözümüzü, gönlümüzü açtı. Bağlar arasında kalmış bağ evine geldiğimizde sürprizler
son bulmamıştı. Bağ evinin merdivenlerinden çıktığımızda, serin havaya inat
yanan bir şömine, kulaklarımızda bir müzik, upuzun şen kahkahaların atıldığı, dost
sohbetlerinin yapıldığı bir masa ve alabildiğince bir bağ, Köşede pişen kuzu çevirme.
İşte böyle bir manzaraydı gördüğüm.
Tabaklarımızda kuzu çevirme, yanında tadını unutamadığım
doğal minik domatesler , kabak aşı yemeği ve kadehlerimiz de Nodus Shiraz,
Meridies Kalecik Karası Shiraz ve Meridies Boğazkere Cabernet Franc. Hepsi
birbirinden güzel, hepsi birbirinden özeldi. Şöminemiz yanıyordu ama yağmur
yağmasıyla hava serinlemişti. İyi ki kadehlerimiz doluydu, ısınmamıza yardımcı
oldular diyebilirim. Gece nasıl mı bitti?
Bereketiyle yağan yağmur, kadehlerimizde şarap ve otel’e döndüğümüzde
sıcak bir kase çorba sonrasında huzurla biten bir gece.
Ne yalan söyleyeyim, hiç böyle güzel bir gezi olacağını
düşünmemiştim. Artık Pamukkale şarapları benim için çok özel, biliyorum ki
içinde sonsuz sevgi var, sonsuz emek var. Ve her bir yudumunda Pamukkale
şarapları sayesinde harika bir anım var. Sevgili Selda sana nasıl teşekkür
etsem bilmem ki, çok teşekkürler. Ve pek tabi ki sevgili Tokat Ailesi iyi ki
varsınız. Emeğinize sağlık. Siz siz olun yolunuz Pamukkaleye düşerse, Güney’e ve
Pamukkale şaraplarına uğramayı ihmal etmeyin.
çok sağol pınarcım.. ne güzel yazmışsın.. biraz utandım beni çok övmüşsün :)
YanıtlaSilee doğru söze ne hacet canım:)
SilÇok güzel bir yazı olmuş. Ellerine sağlık :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim Gürhan:)
SilÇok hoş anlatmışsınız ;)
YanıtlaSil